Ana Sayfa |
Adem ile Havva, Albrecht Durer, 1504
|
Çatışmanın Öte Yüzü |
Yaşamın temelinde var olan yaratıcı çatışmayı görmezlikten geldiğimiz sürece, bu çatışma kendisini daima gerçek savaş gibi yıkıcı modellerle ortaya koyacaktır, diyor bu makalenin yazarı Jason Shulman.
|
Herkesin – Gandhi ve Adolf
Hitler gibi insanlık tarihinin çeşitli kişiliklerinden, dünya liderlerine
ve sokaktaki insana kadar – amaçlarının barış olduğunu söylemesine rağmen,
dünyamız daimi bir kargaşa içerisinde varlığını sürdürmeye devam
ediyor. Irak, Afganistan, Ruanda, Somali ve hatta insanların barışı gerçekleştirme
seçeneği olan yerlerde bile bunu başaramıyoruz. Olayların bu üzücü durumu
kaçınılmaz mıdır? Kendi sebep olduğumuz bu musibeti, bu korkunç
dengesizlikleri anlamamıza ve belki de düzeltmemize yardımcı olacak spiritüel
bir bilgi var mıdır? Kabala – Museviliğin
metafizik öğretisi – bu konuda yardımı olabilecek bir bakış açısı
sunar bize. Çoğu kimsenin Kabala’yı eskide kalmış bir bilgelik biçimi
olarak görmesine rağmen, aslında daha ziyade kişinin şimdiki anı artan bir
netlikle görmesini, “gerçek”, “benlik”, “köken” ya da “Tanrı”
dediğimiz olguyla daimi bir ilişkiye girmesini sağlayan bir öğretidir. Bir başka deyişle, Kabala dünyayı
olduğu, yaratıldığı gibi, gerçek amacıyla ve el değmemiş görkemiyle
– ve sorunlarıyla – görmemize yardımcı olur. Ayrıca Kabala bize dünyayı
tüm açıklığıyla gördüğümüzde kendimizi de tüm açıklığımızla göreceğimizi
öğretir ve tabii kendimizi gördüğümüzde de dünyayı. Eğer kendimizi bir an için dünya
hakkında önyargılar olmaksızın gerçekten düşünmeye bırakacak olursak,
ortaya her birimizin içerisinde, evrenin dokusunda var olan o – bir çeşit
– savaş ortaya çıkar. Dünya doğanın çatışması üzerine kuruludur. En küçük mikroplardan en büyük
galaksilere, herşey içinde almayı ve vermeyi, düşmanlığı ve işbirliğini
barındıran yoğun bir ilişki içerisindedir. Tüm evrenin varolmak için bu
arzuların ve ihtiyaçların ve maddenin çatışmasına gereksinimi vardır. Torah’ta tüm detayları ve
açıklığı ile bahsi geçen yaratma ve yok etme dünyanın örgüleridir. İnşa
etmek ve yıkmak arasındaki bu sürekli birlik olmaksızın dünya var olamaz.
Bu, ölümle doğum arasındaki - aracıları büyümek olan - ilişkidir. Tüm
dinler bizim bu sabit döngüye karşı duyarlığımız ve onun yaşamımızdaki
önemi üzerine kurulmuştur. Daha da açık ifadeyle, bir
yaşam biçimi varlığını sürdürebilmek için bir diğerini yer. DNA
lifleri madde değiş tokuşu yaparlar, parçalanırlar ve yeniden birleşirler;
galaksiler çarpışır ve yıldızlarla gezegenleri oluşturan dinamikler bu yıkıma
dayanır. Birinin yaşayabilmesi için bir diğerinin ölmesi gerekir. Vücudumuzda, zihnimizde ve ruhumuzda daimi olarak bir çeşit savaş sürmektedir. Bu savaş kendisini fiziksel vücudumuzda sahne alan oyununda, kalbimizin ve beynimizin çatışan ritimlerinde ve bizim bu içimizdeki şeytan ve meleklerle yüzleşmede sergilediğimiz yöntemlerle ortaya koymaktadır. Bu nedenledir ki bu kadar
delil bolluğuna rağmen bize bir arslanla bir kuzunun, kuzu bir öğlen yemeğine
dönüşmeden yanyana yatabilecekleri çatışmasız bir dünyanın mümkün olduğunu söyleyen
bir çeşit bellek yitimi, içsel bir bilinç geliştirmişizdir. Bu hayalde çatışmaya yer
yoktur. Dünyayı cennet yaparız. Bunu kendimize açıkca söyleyemeyebiliriz,
ama kalbimizde bir yerdedir. Bir parçamız tüm çatışma ve kavgaların sona
ermesini umut eder ve bunun bir gün gerçek olabileceği inancını barındırır. Aynı şey içsel dünyalarımız
ve kendimizi spiritüel varlıklar olarak nasıl görmekte olduğumuz için de
geçerlidir. Aydınlanmış ya da Tanrı tarafından kucaklanmış olarak tanımladığımız
yaşama ilişkin hayalimiz, içerisinde hiç bir soruna yer vermez. Dinde aşırı
tutuculuğun çekiciliği de taraftarlarının bu konuda zihinlerinde hiç bir
şüpheye yer vermemeleridir. Çatışmanın, varoluşun
temeli olduğu önermesini duymak zor ve kabul etmek acı vericidir. Fakat çatışmasız
bir varoluşa dair umudumuz ve özlemimiz bize dolaylı olarak çatışmanın yaşamın
bütünleyicisi olduğu gerçeğini anlatır. Yeryüzünde cennetin mümkün
olduğuna ilişkin idealist saplantımız amacımıza hizmet etmekte midir?
Yoksa problemin önlemeye çalıştığımız çatışmaları büyüten bir parçası
mıdır? Kabalistik yaratılış
hikayesinde, Tanrının sonsuz birliğinden yaratılan dünyanın ortaya çıkışı
gerçekte iki kere olmuş, birincisi başarısızlık ile sonuçlanmıştır. Bu
başarısızlık, çok daha bütünleşmiş bir gerçekliğin görülebilmesini
sağlamış ve bir çok önemli manevi kavramı ortaya çıkarmış olmakla
birlikte, buradaki nokta Tanrının bile amacına ulaşmak için iki deneme
yapması gerektiğidir. Eğer Tanrı demek mükemmellik demekse, bu başarısızlığın nedeni nedir? Bu başarısızlık yalnızca hatanın düzeltilmesi için açılan bir kapı mıdır, yoksa bu başarısızlık sürecinin kendisi mi önemli bir şey içermektedir? Evrenin yaratılışında
kusursuzluk ve kusurluluk (mükemmel olan ve olmayan) birlikte yer alırlar;
Tanrının yaratılış aktivitesinde ortak bir kökenleri vardır. Kusurluluk
yalnızca düzeltilebilecek bir şey olduğu için değil, ama kendi öz değeriyle
önemli bir bileşendir. Tanrının bütünlüğü ve
bizim bütünlüğümüz hem mükemmel olanı ve olmayanı, hem kırılmışlığı
ve iyileşmeyi birlikte göz önüne almalıdır. Bütünlük – veya gerçeklik,
veya Tanrı, siz bu tam olma halini nasıl tanımlamak isterseniz – kırılmışlığı
ve beraberindekileri öyle yoğun içerir ki, bu unsurlar evrenin varoluşunda
bizzat rol oynarlar. Bu, biz kendimiz yaratılışın
bir parçası olarak doğuştan kusurluyuz demektir ve bu kusurluluk halinin bütünlükte,
yaratılış anında ve yaşamda bir dayanağı vardır. Kusurluluğun inkârı ve
kapsadığı tüm kusurlar gerçekte en derin ıstırabımızdır, ama biz bu ıstırabı
kendimizden gizleriz. Onu bilinçaltında tutmak için büyük gayret gösteririz.
En derin ıstırabımızdır, çünkü onu inkâr ederek yaratılışın önemli
bir parçasını ve ruhumuzun önemli bir parçasını, Tanrının bütünlük
ölçüsü olarak aradığı bir parçayı inkâr etmiş oluruz. Neden bu evrensel kusurluluğu
kucaklamak bu kadar ürkütücü ve zordur? Zordur, çünkü evrenin bu
kusurluluğu doğrudan bizim kişisel acılarımızın sorumlusudur. Kusurluluğun dünyaya dahil
olmasına izin vermenin kişisel sonuçları vardır. Bunlar kusursuz olmayan
bir dünyadan, kusursuz olmayan ebeveynlerden, kusursuz olmayan kurumlardan,
kusursuz olmayan dini ve felsefi düşüncelerden, vb.den kaynaklanır. İnsanı sarsan ve öldüren
bir dünya üzerinde yaşıyoruz. Denizin yükselip bizi boğabildiği okyanus
kenarlarında yaşıyoruz. Sınırlı fikirlere sahip diğer insanlarla, sınırlı
fikirlerle inşa edilmiş sosyal toplumlarda ve ülkelerde yaşıyoruz. Kendimiz
sınırlı fikirlere sahibiz. Çocuklarımızı sınırlı fikirlerle büyütüyoruz.
Kendimizde ve başkalarında acılara neden oluyoruz. Kusurluluk ve acı arasında kutsal olanın farkındalığı ve inceliğinden esinlenen bir ilişki kuramadığımız takdirde yaşamı kendimiz ve etrafımızdakiler için daha kötü kılarız. Acı çekmenin kutsal gizemini ve ondan nasıl yararlanacağımızı bilmediğimiz zaman yaşamı inkâr ederiz. Yaşam bizizdir, dolayısıyla kendimizi inkâr ederiz. Yaşam diğer insanlardır, dolayısıyla onların insanlığını göz ardı eder ve zenginliklerinin kaybına neden oluruz. Yaşam Tanrıdır, dolayısıyla kendimizi Tanrıdan kopuk hissederiz. Yaşamın kusurluluğunu
kucaklamaktaki yetersizliğimiz bizde doğrudan kişisel acılara neden olur. Dünyayı
olduğu gibi göremeyiz ve insanları oldukları gibi göremeyiz. Bu daha çok
kişide daha da çok acıya neden olur. Henüz şifacı-danışman
olarak çalışırken, insanlar sıklıkla bana çocukken uğradıkları tüyler
ürpertici tacizleri anlatırlardı. Neredeyse hemen hepsi bu ilk itiraflarının
sonrasında şöyle bir ifade kullanırlardı: “Aslında o kadar da şikayet
etmemeliyim. Başkalarının başına bunun çok daha kötüleri geliyor.” Bu
özümsenmiş ya da sağlıklı bir davranış modeli değil, aksine inkârın gücüdür. Kusur çatışmayı, çatışma
da kişisel acıyı doğurur. Bu her zaman gerçekliğin bir parçası olacaktır.
Çocuk yetiştirmenin mükemmel bir yolu yoktur ve olamaz da. Hepimiz yaşlanırız.
Hastalanmayacak ve ölmeyecek bir fiziksel beden olamaz. Depremlerden ve
denizlerden korunmanın mutlak bir yolu yoktur. Bu düzeydeki acının
evrensel ve sonsuz olduğunu kabul etmeye katlanamadığımız zaman sorunu
katlamış olur ve bir kandırmacalar sürüsünü büyümeye bırakırız. Çocukken kendimizi yaşamın
acılarından korumaya gereksinimimiz vardır, çünkü bu acılar gelişim çağımızda yaşam için
gerçekten birer tehdittirler. Yetişkinler olarak da bunlara gözlerimizi
kapamaya ihtiyacımız olduğuna inanmaya devam ederiz. Bu kaçış gayretinde
politik araçlar veya varoluşun bu düzlemindeki çatışmayı yok edecek olan
bir mesihe ya da öteki dünyaya ilişkin dinsel inançlar yoluyla kusursuz hale
getirilmiş dünya efsanesini yaratırız. Gerçekle yüzleşmemekle,
kendi acılarımızı – bilinçdışı ama aktif bir inkâr yoluyla – diğer
insanlara ve dünyaya yükleriz ve kendi benliğimizi bu gerçekle yüzleşmekten
kurtarmak uğruna dünyayı değişmeye zorlarız. Örneğin, kendi kusurlarını
hoş göremeyen ebeveynler kendi çocuklarının kusurları için onları eleştirir
ve yabancılaştırırlar. Daha büyük kapsamda ise bazı kültürler kendi
insanlarının hepsini iyi ve bunun dışında kalanların hepsini de kötü
olarak tanımlamak yoluyla kendi acılarını bir kenara iterler. Bu Nazi
Almanyası’nda, Bosna’da ve Ruanda’da böyle olmuştur. “Ötekiler” ne
pahasına olursa olsun yok edilmesi gereken insanlık dışı yaratıklar olmuşlardır. Gerçek cennet ancak gerçeklikte
varolunarak bulunabilir. Gerçeği temel kusurları ile birlikte olduğu gibi
kabullenme şansını kullandığımızda, öncelikle kendimizde inkâr yoluyla
neden olduğumuz ilave acıları azaltırız. Bir yandan dünyayı parçalamaya
çalışırken kavrayamayacağımız bir şeye kapıyı açmış oluruz. Çatışmanın temel doğasını
kabul etmekle, dünyayı kabul etmiş oluruz. Dünyayı kabul etmekle gerçekliğimiz
artar. Gerçekliğin doğası – Tanrı ile birlikte olmak ya da Tanrıya
teslim olmak olarak bilinen – esas olarak sevinç vericidir. Bütünlüğün
kendisi, tüm kusurları ve zorlukları ile birlikte sevinç vericidir. Reb
Nachman’ın dediği gibi: “Varılacak olan dünya zaten buradadır.” Yaşamın özünde var olan çatışma
yaşamı yüceltir ve nevrotik değildir. Tüm varoluşun yaratıcı temelidir.
Bunun içerisinde yer aldığımız takdirde – zaman zaman yetersiz kalsak
bile – yaşamı yüceltiriz. Yetersiz kalırız çünkü mükemmel değilizdir.
Fakat insan olduğumuz için yeniden ayağa kalkar ve bundan ders alırız. Ve dünyayı
daha iyi bir hale getirmek için Tanrının bize verdiğine güvenebiliriz, mükemmel
olan ve olmayan. Çatışmasız bir dünyaya hiç
bir zaman sahip olamayacağız, ama savaşsız bir dünyaya – belki de –
sahip olabiliriz. Çatışmayı yaratılışın asli bir parçası olarak kabul
edersek, dünyanın gizemlerinden birini keşfedebiliriz: çatışma yalnızca
yaşamın yararlanılabilir bir koşulu değil, aynı zamanda onun temelidir. Böylece
dünya her zaman olageldiği ve halen olduğu gibi görülecektir: tek ve bütün
bir şey. Kendi acılarımızı anımsamayı ve onlarla yaşamayı başaramayacağımız
korkusuyla kendimizi bilerek uyuşturmaya bir son vermeye gönüllü olduğumuzda
bu bizim için daha da açıklık kazanacaktır.
Bizler küçük acıları
kabullendikçe, kendi sebep olduğumuz daha büyük acılar kendiliğinden
azalacak, dolayısıyla gerçek ve cömert ışığımız parlayacaktır. Bu
olası ve gerçek barıştır, ve sizle ve benle başlar.
Bu makale Jason Shulman
tarafından yazılmış ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yayımlanmakta olan
ODYSSEY adlı derginin Aralık 2006 - Ocak 2007 sayısında yer almıştır. Yazarın kendisi ve
aktiviteleri hakkındaki bilgiye aşağıda verilen web sitesinden ulaşabilirsiniz;
Çeviren: Güneş İlhan 10.05.2007 Rev. 21.10.2010
|
Başa Dön |
© 2005-2022, BARIŞ İLHAN YAYINEVİ Bu sitedeki tüm yazıların yayın hakkı Barış İlhan Yayınevi'ne aittir. İzinsiz hiçbir alıntı yapılamaz ve kopya edilemez. |
|